|
NBA TERİMLER SÖZLÜĞÜ
Airball: Şut çekildiğinde topun ne çembere,
ne potaya değmemesi. Tribünde "yuh" veya "oha" tezahüratına yol açan şut!
Alley-oop pass: Rakip potaya
yönelmiş bir oyuncuya atılan yüksek pas. Elemanın topu havada yakalayıp smaç atması yahut çemberin
içine bırakması ile son bulduğunda daha da leziz olur ve asist sayılır. NBA'de bini bir para, bizde
olunca jeneriğe girer.
Assist: Sayı pası.
Backcourt: Rakip sahada, yani hücumdayken defans sayılan
oyuncular. Genellikle gardlar.
Backcourt violation: Hücum ederken geçtiniz takım halinde santrayı, rakip
sahadasınız... Adamlar baskılı savunma yapıyor, topa hakim elemanı ikili sıkıştırmayla
ketenpereye getirdiler, göğüsleriyle iteliyorlar gerisin geriye... Adam topu santranın gerisindeki kendi potasının
olduğu sahaya değdirir/vurursa yahut topla temas halinde iken ayağını orta çizgiye veya arkasına
basarsa, bunun adı "backcourt violation"dır. Statüsü, kategori itibarıyla "top kaybı"na girer, yapan adamın
takımdaki statüsü de "itibar kaybı" olarak nitelendirilebilir.
Backdoor play: Top yüksek posttaki adama
geçirilir. Savunmanın dikkati buna çekilmişken ters taraftan bir oyuncu kat eder ve ona pas çıkarıldığında
açık şutla basket şansı bulur. (İsmet Badem çok sever bu lafı telaffuz etmeyi...)
Backup:
İlk beşte yer alan pozisyonların birinde oynayan oyuncuların yedeği. (Örn. Backup PG: Yedek oyun
kurucu.)
Ballhandling: Top hakimiyeti... Bunu iyi kıvıran elemanlara "ballhandler" sıfatı yakıştırılır.
Adamın göğsü kabarır, havaya girer, varyasyon çekmeye başlar. Top kaybı yapmıyorsa demek ki
ünvanı hakediyordur.
Bank shot: Panya tabir edilen, "backboard" yahut "glass" olarak da bilinen, çemberin
ardındaki dik düzleme çarptırılarak atılan şut. Panyalı basket atma teşebbüsü.
Baseline:
İki potanın arkalarında yer alan, sahanın bitiş çizgisi. "Endline" diye de bilinir ama kullanılmaz
pek.
Bench: Yedekler.
Bounce pass: Yerden sektirilerek atılan pas. Baunspas dediğimiz... Arapaslarında
çok elverişli bir stildir.
Box out: Ribaunt için avantaj sağlamak amacıyla, vücudunu kullanarak rakiple
pota arasında pozisyon almak. "Baks koysana lan" denir ya!
Breaking ankles: Hayır efendim, bileği burkmak
filan değil, atlamayın hemen aynalı sazan gibi! Şudur: Crossoverla rakibi geçerken adamı dağıtıp
belini kırma hareketinin enbieycesi... Ben örnek vereyim: Hani MJ'in şu meşhur "the last shot"ını
hatırlıyor musunuz? 98 finallerinde Jazz'i geberttiği şut... İşte o şuta kalkmadan Bryon
Russell a çektiği numara.
Brick: Topun, basket olmakla alakasız biçimde ve sert şekilde panyaya
yahut çembere çarpıp uzağa sekmesine yol açan dengesiz şut. (Bunları atanlara da "stone hand/taş
elli" denir!)
Body up someone: Savunmada vücudu kullanmak. Faul yapmadan yahut hakemin görmeyeceği sümenaltı
faullu hareketlerle ayılık etmek, matchup'ı canından bezdirmek, sindirmek.
Bunny: Markaj altında
değil de son derece serbest pozisyonda atılan orta yahut kısa mesafeli, basket olması çok yüksek ihtimalli
şut. "Snowbird" de denir. Kaçırana kötü bakılır. Rakip alay eder.
Bury: Orta/uzak mesafeli şutu
gömmek. (Yani sayı olması.) "Drain" tabirini de kullanırlar yerine...
Butcher: Kelime anlamındaki
gibi, aynen; kasap. Ayı gibi faul yapan oyuncu. (Flagrant foul çalarlar ya hani.) Örnek vereyim mi? Nah, alın: Benetti!
Hatırladınız mı? Hani Zoff'lu, Bettega'lı efsanevi İtalya Milli Takımı'nın defans
oyuncusu. Zaten lakabı da "Kasap" idi. "Top geçer adam geçmez" lafını hayatta idrak ettiğim şahıstır.
Şimdi hemen "E Benetti filan diyorsun, hani futbol yasaktı bu sitede?" diye vızıldanmayın. Benetti'nin
oynadığı, futbol filan değildi. Haydi, ikileyin.
Buzzer: Hani arada bir tezahüratı filan bölen
"zıvaaaynk!" diye bir ses var ya, odur işte. Peki ne zaman çalar bu düdük? 24 saniye süresi bittiğinde, periyod
bittiğinde ya da maç bittiğinde... Takımın bir, iki veya üç sayı gerideyse ve sen bu sesi duyduğunda
top da hala elindeyse, tribünlerden o topu ne yapacağına dair bol miktarda öneri duyabilirsin! (buzzer beater: bu
düdük çaldığında, "aman üzerimde kalmasın" diyerek şutu atmış olan oyuncunun, eğer
top çemberden geçerse coşku içinde layık görüleceği kahramanlık payesi... Bunu becerme adetinde olan oyunculara
"clutch player" da denir. En Büyük Ustası Favorim KOBE BRYANT' dır.Yani oyunun tansiyonun yüksek olduğu
son anlarında, skor üretebilme kabiliyetine ve soğukkanlılığına sahip müstesna şahsiyet
hesabı...)
Charging: Hücum faul.
Cheerleader (chick): Amigoluk yapan, yani molalarda ve devre arasında
sahada cıbıl vaziyette danseden dişi. Ponpon kız. Hani İsmet Badem diyor ya; "Enderciğim sen
bırak Allahaşkına saha avantajını filan da, şu kızları niye yakından göstermiyorlar?"
İşte o kızlar!
Cherry picking: Savunmaya fazla takılmadan, rakip top kullandığında
ufak ufak ileriye tüyerek, pası aldıktan sonra beleş sayı atmak. Bunu yapan, cherry picker! Pek sevilmiyor
genellikle.
Charity line: "Charity", hayır işi vs. demek. Deyim, serbest atış çizgisi için kullanılıyor.
Faul atışları, kolay sayı bulma kaynağı olduğu için. Gelin görün ki Shaq, Ben Wallace gibi
"stone hand" adamlara pek faydası dokunmuyor bu hayırsever çizginin!
Crash the boards: Bir uzun adamın
pota altında dominant bir maç çıkarıp yüksek miktarda (20 civarı filan) ribaunt alması. Yahut elemanın
bilmemkaçlık maçlık bir seri ya da ay veya sezon boyunca yüksek (mesela 13-15 filan) ribaunt ortalamasını
yakalaması.
Coast-to-coast: Sahanın bir ucundan ötekine atılan pas yahut şut.
Crossover:
Son derece mühim ve etkili bir driplingle adam geçme hareketi. Karşındaki savunmacının üzerine top sürerek
giderken, sağından geçecekmiş gibi, topu da sağ eline alıp vücudunla oraya hamle edersin, eleman
da geri geri kendi soluna gitmeye çalışır, ossaat aniden çapraz driplingle topu sola geçirip acar bir vücut
çalımıyla elemanı dağıtır, ters tarafından geçer gidersin. Crossover'ı iyi olmayan,
iyi gard/forvet olamaz. Kimdir bu hadiseye imza koyanlar? Tim Hardaway, MJ, Gary Payton, Stephon Marbury, Allen Iverson...
Eskilerden Sidney Moncrief, Oscar Robertson, Earl Monroe.
Cut: E kat etmek işte, biliyorsunuz bunları!
Dead-ball
foul: Top oyunda değilken ve saat işlemiyorken yapılan faul. Yoksa top patlamışken yapılan değil!
Death
valley: Ölüm vadisi anlamına gelen bu dramatik terim, sahada basket kaydetmenin çok zor olduğu anlarda kullanılır.
Genelde süper forvetler ve pivotlar arasında dişe diş ribaunt mücadelesinin filan geçtiği, ayı gibi
savunmanın yapıldığı pota altları kastedilir. Bir de Las Vegas'a giderken Nevada'daki Mojave
Çölü'nde yer alan Ölüm Vadisi vardır ki, konuyla hiçbir alakası yoktur, zaten turistik bir yerdir.
Deny
the ball: Çok yakın ve sıkı savunma yaparak bir rakibin top almasına engel olmak. (Finaller; Tyronne Lue-Iverson...
Hehe!)
Dipsy-doo: Top hakimiyeti yüksek, dripling ustası gardın fantaziye kaçıp top sürerken, pas verirken,
fake atarken vs. varyasyon çekmesi, seyircinin gözüne girmesi ve koçun da gözüne batması!
Dish out: Asist yapmak.
Dish, tabak demek, malum. Buna "out" preposition'ı ilave edilerek oluşturulan phrasal verb, (lan açıklayacağız
derken iyice karıştırdık yahu, hale bak!) "tabakta sunmak" anlamında süper baba sayı pası
vermildiğine işaret ediyor. Hani futbol geyiğinde "al da at" tabir edilen paslar var ya, ondan. Hatta Kukoc'un
Bulls'daki ilk yılında, süper asistleri yüzünden lakabı "garson" olmuştu.
Double dribble: Eşşeklik.
Topu sürüyorsun, tutuyorsun iki elinle, yine sürüyorsun. Steps oluyor. Top kaybı oluyor. Ayıp oluyor!
Double-team:
İkili sıkıştırma. Topa hakim rakip oyuncuyu iki adamla birden savunmak. Geçen sezona kadar, alan
savunması yasak olduğu için, topsuz adama ikili sıkıştırma yapılamıyordu çünkü "illegal
defense" oluyordu. Artık o da serbest.
Downtown: Potaya çok uzak mesafe. Minimum, üç sayı arkının
dışarısı... Eskiden bir NBA efsanesi vardı, Downtown Freddy Brown diye... Eleman orta saha civarından
devamlı lambalardı şutlardı. Ki düşünün, o zaman üç sayı filan da yok! Bir de benzeri, benim
favorim Pete "Pistol" Maravich.
Dribble: Dripling. Topu yerde sektirmek, sürmek. (Yuh artık!)
Dunk: Smaç.
Slam, slam dunk, jam de deniyor.
Encore: NBA Action programının NBA terimi haline getirdiği bir tezahürat
lafı. Anlamı: Bis... Yani; bi daha, bi daha!
Fast break: Hadi len! Bunu da bilmiyorsanız ne işiniz
var lan sitede. Çıkın!
Field goal: Sahanın herhangi bir yerinden atılan basket. 2 sayı, 3
sayı da dahil. FG diye geçer hani.
Flagrant foul: Rakibe gereksiz ve sert faul yapmak. Hakemin yorumuna bağlı
bir karar. Cezası ağır, imajı kötü.
Foul trouble: 6 faulle diskalifiye olmaya yaklaşmış,
dolayısıyla daha dikkatli oynaması gereken oyuncu. Genelde 4 veya 5 faul yapmış olanlar bu kategoriye
giriyor. Erken alınmışsa bazen 3 faul de olur.
Franchise: Takımla ligde mücadele eden organizasyonu
en geniş anlamda tanımlayan sözcük. Örnek vereyim zira anlamı derin; mesela Lakers franchise'ı denince,
Los Angeles Lakers değil, eskiden Minnesota'da kurulu, Minneapolis Lakers olarak NBA'de mücadele eden, ardından
kent değiştirerek (relocation) Los Angeles'a taşınan takımın, geçmişinden bugüne tümü kastediliyor.
"Franchise", bu anlamından hareketle, bazı dominant oyuncular için de kullanılabiliyor, "tek başına
takıma bedel" anlamında, "franchise player" olarak. Şu anda Rockets'da oynayan Stevie "franchise" Francis'i
kastetmiyorum. O daha öyle bir adam değil. Fakat mesela Kareem Abdul-Jabbar, gerçek bir "franchise player" idi, bugünlerde
lakaplar biraz ucuzladı, o kadar. (Bir de "franchise-killer" deyimi var ki, gelecek vadedermiş formatına bürünüp
baba bir uzun dönem kontrat yaptıktan sonra işleri seren, yan gelip yatan oyuncular için kullanılır. Mesela
Brian Grant gibi elemanlar buna örnektir. O kontratla atamazsın, satamazsın, takas edemezsin. Salary cap'e çöreklenir,
4-5 yıl takımın içine eder bu adamlar.)
Free agent: Herhangi bir takımla kontratının
süresi sona ermiş yahut ilgili maddeler kullanılarak kontratı kendisi, takım yahut komisyon tarafından
iptal edilmiş oyuncu.
Frontcourt: Rakip sahada karşı potaya yakın oynayan elemanlar. Genellikle
uzunlar, pivot ve forvetler.
Garbage time: Bu arkadaşlardan çevrede bol miktarda bulunmakla birlikte pek faydalı
oldukları söylenemez. Misal vermek gerekirse, veyahu bizim Mirsad da Knicks ve Bucks yıllarında işte
tam bu tür bir adamdı. Bütün süperstarların bir adet garbage-time yedeği bulunur. Genelde yıldız
oyuncu ortalığı kasıp kavurup "ben bir Gatorade içeyim" der (ki bu da, sonucu belli olmuş bir maçın
sonlarına denk gelir), sonra bu arkadaşlarımız koçun emri ile oyuna dahil olurlar. Maçın kaderini
değiştirecek zamanları ise havlu sallayarak veya benchte yanında oturan takım arkadaşı
ile itişip kakışarak, hayvan şakası yaparak geçirirler.
Give-and-go: Futboldan verkaç olarak
bildiğiniz hadise... Topu arkadaşına pas verip kat etme.
Glass cleaner: Ribaunt işinde ustalaşmış
ve bu kategoride ortalaması yüksek eleman. Rodman olur, Jayson Williams olur... Yaşayanlardan Mutombo, zaten bu
işin profesörüdür. Adamın ille uzun olması gerekmez. Marion gibi undersized elemanlardan da glass cleaner çıkabiliyor.
Goaltending:
Hakemin, girmemiş olan bir şut için sayı kararı vermesi. Sebepleri, şut potaya doğru inişe
geçmişken savunma oyuncusunun dokunması, panyadan sekmiş çembere giden bir topa temas (inişte olmasa bile)
veya çemberin üzerindeki hayali silindirin içinde olan topa müdahale etme.
Gunner: Silahşor. Zırt pırt
şut kullanan. Mesela Von Wafer, Jim Jackson vs.
Hand-checking: Savunmacının, defans yaptığı
rakibe eliyle şarj uygulayarak pozisyonunu bozması. Elini ancak koyabilir, iter yahut çekerse, hand-checking violation,
yani faul olur.
Hang time: Şut, smaç yahut turnike (drive) için sıçramış oyuncunun havada kalma
süresi. (Jordan, Carter, Kobe gibilerinki hang hour da sayılabilir! Bir de hang over var ki, uzmanı bendenizim!)
High
post: Serbest atış çizgisinin dolayları...
Home/road games: Home game, takımın kendi sahasında
yaptığı maç demektir. Road game ise takım maç sonrasında salondan çıkıp eve giderken, yedeklerin
"ula koç iki dakika sokmadı, hevesim kursağımda kaldı" diyerek yolda durup açık sahada çevirdikleri
tek potadır. Yediremedik mi? Tamam o zaman, o da deplasman maçı demek.
Hook shot: Hukşat işte
len. Çengel atış. Efe Aydan filan! Tanrısı da Kareem Abdul-Jabbar tabii.
Hoop: Çember. Argoda ise
baskebol anlamında. Let's play hoops!
J: Cemşat.
Jump ball: Cembol. Hava atışı. Hakemin
işin içinden çıkamadığında verdiği karar. Duruma göre santrada yahut yakın olduğu
potanın faul çizgisi üzerinde vuku bulur.
Jump hook: Sıçrayarak hukşat. Yolunu bilirsen, blok yapılması
imkansız şut.
Lane: Boyalı alan, üç saniye koridoru, bizdeki ampul! "Key" yahut "paint" diye de bilinir.
Larry
Bird hakları: Bir takımda en az üç yıl oynayan oyuncunun o takımla tekrar anlaşmak için kazandığı
ekstra kontrat ve ücret avantajları. Larry Bird haklarını alan oyuncu, NBA kuralları gereği, free-agent
olduğunda eğer takımıyla tekrar anlaşırsa, başka takımlarla yapabildiğinden daha
yüksek ücrete sözleşme imzalayabilir. Mesela kendi başına farklı bir takımla 4 yıllık sözleşme
yaparsa, yıllık artış olarak maksimum yüzde 10 alabilir. Oysa Bird hakkını kazandığı
takımla kontrat yenilerse, bu artış yüzde 12.5 olabiliyor. Yine Bird hakkıyla aynı takımla kontrat
yenilerse süresi 7 yıl olabiliyor fakat başka takıma giderse maksimum 6 yıl için imzalayabiliyor. (Örn:
Chris Webber, Allan Houston, Michael Finley gibi oyuncular bu off-season'da takımlarıyla, kazanmış oldukları
Bird haklarını kullanarak maksimum süre ve/veya ücrete anlaşmalar yaptılar. Eğer sign-and-trade olmadan
başka takıma gitselerdi, bu ücretleri/süreleri alamazlardı.) Bird hakkı kullanılarak kontrat yenilenen
oyunculara verilen bu ekstra ücret ve yıllık artışlar, salary cap'e dahil edilmiyor. Bu kuralın çıkışıyla
birlikte yararlanarak ilk kontrat yenileyen oyuncu Celtic Larry Bird olduğu için adı da öyle kaldı. Benzer
şey, daha az bir ekstra ücret ve yıllık artış oranıyla, takımında iki yılını
dolduranlar için "Early-Bird hakları" ismiyle de kullanılıyor. Fakat tabii iki yıl oynayıp Early-Bird
haklarıyla kontrat yenilemektense oyuncu bir yıl daha direnip sonra Full-Bird haklarıyla maksinun sözleşme
yapmayı tercih ediyor. Uzun oldu biraz, umarım değmiştir. Zira bunun zırt pırt sorulmasından
bıktım usandım artık. Hayır, bir çok yazımda da anlatmıştım defalarca!
Layup:
Turnike diye bildiğimiz hareketin sonunda topu çembere bırakmak. Fakat NBA'de layup'ın illa ki üçadımdan
sonra olması gerekmiyor. Aldın asisti pota altında, zıpladın ve mesela finger roll yahut baby hook
ile fileye emanet ettin, aha o da layup işte!
Loose-ball foul: Top hiçbir takımın kontrolünde değilken
yapılan faul. Mesela ribaunt mücadelesinde veya boşta yuvarlanan topa koşarken...
Lottery: Playoffa
giremeyen takımlar arasında çekilen ve draft ilk turundaki ön sıralarda kimin seçim yapacağını
belirleyen kura. Sana çıktı mı, hakikaten büyük ikramiye... İyi kullanamadın mı, yıllar
boyu alay konusu olursun. Mesela MJ, üçüncü sırada seçilmişti!
Low post: Potanın iki yanındaki
bölgeler.
Money shot: Kendi şutunu yarattıktan yahut rahat top kullanabilecek yere tüyüp asisti aldıktan
sonra basketi lambalamak. Daha ziyade üçlükler için söylenir.
Net: Bir New Jersey oyuncusu. Şaka len şaka!
File... Çembere asılı olan.
Nothing but net: "Tuf" sesi çıkararak çembere değmeden giren şut.
Deliksiz! Ortaokulda oynana malum oyunda iki sayı yerine geçer!
Outlet pass: Savunma ribaundu aldıktan
sonra, fast break'e tüymekte olan, yarı sahada yahut daha da ilerideki bir arkadaşına pas atma. Pas eğer,
çoktan rakip potaya yanaşmış bir elemana ve tek elle atılmışsa, "baseball pass" denir ve yukarıda
izah ettiğim "coast-to-coast" terimi de geçerli olur.
Over the limit: Takımın bir periyodda dört faul
limitini aşması. Ne olacak? Karşı takım artık her faulde serbest atış kullanacak.
Overtime:
Oyunun uzatmaya gitmesi... Bir tanesi 5 dakika... Biri önde bitirene dek tekrarlanır! Yaa... Ben NBA'de dört uzatmaya
giden maç görmüştüm. Fazlası var mı bilmem.
Palming: Dripling yaparken elini, topu avuçlayacak şekilde
alta getirmek. Topu taşımak. Kepçe! Hani "Bilader al da eve götür bari" deriz ya... Steps oluyor yani!
Penalty
situation: Over the limit ile aynı şey.
Pick: "Screen" de denir. Perdelemek. "Skrin koymak" deriz ya... Takım
arkadaşının peşindeki rakip savunmacının koşuyoluna önceden gelip dikilmek. Hareketli olursan
hücum faul çalınır, ona göre!
Picpocket: "Steal" diye de açıkladığımız top çalmanın,
çaldıranı iyice yerin dibine batıran söylemi... Hani nasıl "steal" çalmak demek, "pickpocket" da yankesicilik
anlamına geliyor zaten.
Pickup games: Antrenman maçları. Genelde tek pota. Çift de olur ve siyah adamların
bunu üçe üç yaptıklarını bizzat gördüm, katılmışlığım dahi vardır. Sonrasında
"siz kafayı yemişsiniz abi" dediydim.
Pick-and-roll: Pikenrol işte yaa... Stockton-to-Malone...
Yıllardır yaptıkları hadise... Top süren arkadaşına perde koyup içeri devrilir, sonra onun pasını
alıp şutu kullanırsın. İyi yapmışsanız, pası aldığında rahat şut
atarsın, kazma değilsen sokarsın, sayı olur.
Pill: Hap demek ve top için kullanılır.
Player-control
foul: Hücumdayken fakat şut kullanmıyorken yapılan faul. (Ne halt ediyorduysan o ara!)
Point guard:
Nokta gözcü. Hade len, uğraştırmayın beni! Oyun kurucu. Pileymeykır! Ceysınkid.
Possession:
Top hakimiyeti (kayıtlı ve de şartlıdır!)
Power forward: Uzun forvet. Hem sayı atıp
hem ribaunt alan eleman. Krisvebır, Tim Dankın, Dörk Novitzki, kevın garnıt.
Press: Basın.
Yok yok şaka, çok yakın savunma yapmak. Baskı.
Pump fake: Şut atarken önce topu kaldırıp
sonra geri çekip savunmacı rakibe aldatma vermek. Eleman yediyse ve zıpladıysa hemen tekrar şuta kalkarsın,
o inerken sen yükselip topu kullanırsın. Hadisenin kralı, Maurice Lucas adlı NBA efesidir. Evet, yanlış
yazmadım, efsanesi değil, efesi. Tanıyan bilir! (Bu terimde "fake" sözcüğü olmazsa o zaman manası
felaket! Dilim varmaz yani.)
Putback: Çemberden dönen topu içeriye itelemek. "Tip in" de tabir edilen tamamlama hamlesi.
(NBA'de eğer top çemberin üzerindeki hayali silindirin içindeyse, bunu yaptığında düdüğü duyar ve
fakat skorbordda sayıyı göremezsin. Koçtan fırça yediğinde neyin ne olduğunu öğrenir, bir daha
yapmazsın. FIBA'da ise silindir milindir yok.)
Quadruple-double: Dört kategoride birden iki basamaklı
sayılara erişmek. Mesela 32 sayı, 16 ribaunt, 11 asist ve 10 blok. Hakeem'in yapmışlığı
vardır, bir de Amiral. Başka bilmiyorum.
Rainbow: Uzaktan atılan bombeli şut. Tabii girerse...
Rainmaker:
Karşılaşmanın son anlarında, gitti denilen maçı çok zor şartlar altında kullandığı
bir şut ve muhtemelen üçlük bir basket ile çeviren, uzatmaya götüren yahut kazanan eleman. ("Muhtemelen" dedim zira eylemin
daha heyecan verici, mucizevi versiyonları da mevcuttur. Örneğin 1999'da Larry Johnson'ın, son anda bir üçlük
sokarken faule maruz kalması üzerine kıvırdığı "4 point play" gibi...)
Rebound: Çakarım
iki tane, görürsün ribauntu. Dalga mı geçiyorsunuz be!
Rejection: Top kesme. Şapka! Refüze olursun, kendini
kötü hissedersin.
Reverse: (Bizde) dripling esnasında aniden 360 derecelik dönüş yaparak karşıdaki
savunmacıyı ekarte etmek. Dönüş tamamlandıktan sonra dripling, top dönüşten önceki tarafın aksi
yönüne geçirilerek sürülmeye devam edilirse daha kıyak bi demarkaj elde edilir. NBA'de "spin move" diye tabir edilir.
(reverse jam ve reverse layup diye terimlere de önayak olmuştur bu sözcük ki, ilki ters smaç, diğeri ise ters turnike
olarak dilimizde mana bulur.)
Rim: Çember. Hulahop! "Çembere değebiliyon mu lan?"daki gibi...
Rock:
Kaya anlamında, top için kullanılır.
Rookie: Çaylak adam. NBA'de ilk sezonunu oynayacak, oynamakta
yahut henüz oynamış olan. Yaş baş önemli değil. İkinci sezondan gün aldın mı iş
bitti, terfi ettin. Sınıfsal adını Draft'tene gelene devredersin. Geçen sezon kim vardı çaylak: Dwight
Howard,Ben Gordon, Kirk Hinrich... Şimdi kim var? Chris Paul,Andrew Bynum var,Andrew Bogut var . Oldu mu? (NCAA'de ilk
yılını oynayanlara ise "freshman" deniyor. NBA terimi değil ama bilgi olsun.)
Run-and-gun: Ofans
transition'a dayanan, takımın hızla hücuma çıkıp etkili şutörleriyle rakip savunma yerleşmeden
sayı bulmasını ifade eden bir oyun tarzı terimi... (Kim böyle oynuyor? Bu aralar mesela Bucks, mesela
Mavs, bir zamanlar Phoenix...)
Running jumper: Jumpshot'ın aksine, hareketli halde atılan şut... Mesela
Reggie Miller pek güzel becerir bu işi... Baseline'dan drive eder, öne doğru adım atarken zıplayarak şutunu
gönderir, faulü kesinleştirir ve basket-faul için de dua mırıldanır bir yandan.
Sag: Savunmada
kendi adamını bırakıp ikili sıkıştırma için arkadaşına yardıma gitme.
Salary cap: Hehe, sanki burada anlatılır iki satırda. Onun için ayrı sayfa açacağız.
Screen:
Pick dedik ya yukarıda. Perde. Kırlent!
Set shot: Hücum seti sırasında boş kalıp sıçramadan
atılan şut. NBA'in ilk yıllarında kullanılan birşeydi, artık çok nadiren rastlanıyor.
Esasen Sam Perkins dışında yapan kaldığını sanmıyorum.
Set someone up: Takım
arkadaşına elverişli şut yahut sayı atma pozisyonu yaratmak. Kıyak no-look asistle olur, adamının
peşindeki elemana screen'e takarak olur... İnsan yardım etmek istedikten sonra yolu çok!
Sharpshooter:
Bir traş bıçağı markası değil. Boş bıraktığın an açık alandan
genelde üçlükle cezayı kesen keskin nişancı şutör demek. Zamanında Steve Kerr, Dan Majerle, Glen
Rice böyle adamlardı.
Shoot the lights out: Her attığını sokmak. Abartmak, bokunu çıkartmak...
"He's hot" veya "he's on fire" diye de tanımlanır. Bu formata giren adam, kariyerine muhtemelen 40-50 sayılık,
torunlarına anlatacağı bir maç eklemek üzeredir.
Shot clock: Hücum süresi olan 24 saniye... Şutu
çektin, çektin... Olmadı, ver topu rakibe.
Shooter's bounce: Şutun çemberden sektikten sonra girip sayı
olması. Bunun genelde iyi şutörlerin başına geldiğine inanılır, hani para parayı çeker
misali(!), o yüzden terimin adı böyle.
Sign-and-trade: Free-agent olan, yani kontratı biterek serbest kalan
oyuncunun, son oynadığı takımla tekrar sözleşme imzalayarak derhal başka takıma takas edilmesi.
Genelde, bu takımda en az üç yıl oynayarak Larry Bird haklarını kazanan oyuncuların, takım değiştirirken
daha fazla paraya anlaşmaları için kullanılır. Bird hakkını alan oyuncu, NBA kuralları
gereği, free-agent olduğunda eğer takımıyla tekrar anlaşırsa, başka takımlarla
yapabildiğinden daha yüksek ücrete sözleşme imzalayabilir. Mesela kendi başına farklı bir takımla
4 yıllık sözleşme yaparsa, yıllık artış olarak maksimum yüzde 10 alabilir. Oysa Bird hakkını
kazandığı takımla kontrat yenilerse, bu artış yüzde 12.5 olabiliyor. Gitmeye kararlı oyuncu
bu yüzden kendi takımıyla tekrar anlaşıyor ve istediği takıma, alabileceği maksimum ücretli
yeni kontratıyla takas ediliyor. Eski takımı da bu işten eli boş çıkacağına karşılığında
salary cap dahilinde oyuncu almış oluyor. "Sign-and-trade"in 48 saat içinde yapılması gerekiyor.
Sixth
man: İlk beşte yer almayan en baba yedek. Oyun ilk giren olması şart değil. En çok süre alan yedek.
Aaron McKie, Hidayet filan...
Sky-hook: NBA'in tüm zamanlarda en çok sayı atan adamı efsane oyuncu, müstesna
şahsiyet, iyi insan Kareem'in icat ettiği bir tür hukşat. Esasen hukşat da sayılmaz zira bu atışta
kol, şuta adını veren çengel (hook) pozisyonunu pek almaz. Tek ayak üzerinde rakip potaya dönerek zıplarsın,
İki elindeki topu vücuduna yakın yükseltirken tek ele geçirirsin, sonra kolun dimdik yukarıdayken bilek hareketiyle
şutunu çekersin. Ne blok çabası işe yarar, ne double team... (İlave: Yapılabilmesi için gerekli
ve yeter şart, fırıncı küreği boyutlarında kola ve ele sahip olmak - bkz. Kareem.)
Skywalk:
"Havada yürüme" tadında sıçrama... Julius Erving babasıdır, MJ de amcası...
Steal: Top çalma.
Faideli hırsızlık.
Stone hand: Ne kadar çalışıp didinse de iyi bir şut stili edinemeyen,
dolayısıyla düşük isabet yüzdesine mahkum oyuncu. Kim mi? Evet evet, mesela o işte!
Sweep: Kelime
anlamı süpürme. Playoff serisinde bir takımın rakibini hiç mağlup olmadan elemesi. İlk turda üçe,
sonrakilerde dörde karşı sıfır yani. İtibarı yerle bir eder. Edilgen açıdan ayıp,
etken açıdan günahtır!
Swingman: 2 veya 3 numarada yani skorer gard yahut kısa forvet mevkiinde
oynayan, çok uzun boylu olmayan fakat son derece atletik, iyi sıçrayan, gerek jump shotları, gerekse etkili drive
ve power movelarıyla sayı üreten elemanlar. Şimdikilerden Stackhouse olur, Derek Anderson olur, Kobe olur,
Vince olur. MJ olmaz mı? Nah olmaz, tabii olur.
Switch: Savunmadaki iki oyuncunun, tuttukları adamları
değiştirivermesi... Bazen lazımdır, iyi yapmazsan rakibi kaçırırsın boşa, yersin basketi,
yersin fırçayı!
Technical foul: Top oyunda veya değilken rakibe küfrettin, kavgaya girdin, yumruklaştın,
topu yere hızla vurdun yahut rakibe, tribüne, hakeme fırlattın, hakemle dalaştın vs. Teknik faul
çalınır. Takımın sahadaki tüm personeli de dahildir buna... Para yahut maç cezası alabilirsin. Bkz.
Rasheed Wallace, eskiler için Rodman!
Three-second violation: "3-in-the-key" diye de bilinir. Hücum oyuncusunun rakip
pota önündeki boyalı alanda üç saniyeden fazla kalarak takımına topu kaybettirmesi. Bu yıldan itibaren,
alan savunmasının serbest bırakılmasıyla birlikte, savunma yapan oyuncuya, kendi potasının
önündeki boyalı alanda da, eğer bir rakibi bire bir savunmuyorsa, üç saniyeden fazla kalmama zorunluluğu getirildi.
360:
Dripling yaparken yahut drive etmişken kendi etrafında tam dönüşle rakibi ekarte etmek. Spin de denir. Dominique
Wilkins, havada trisiksti smaçların babasıydı. Nick "the quick" Van Exel da driplingte iyi becerir.
Tip-in:
Çemberden sekmiş bir şutu içeriye iteleyip sayı yapmak.
Traffic: Hücumdayken, rakip oyuncuların
oluşturduğu kalabalık bölge.
Trailer: Fast break'te, karşı potaya en önde giden oyuncuların
ardından ikinci dalga olarak deli dana gibi gelen, geriye atılan bir pasla yahut top girmediğinde ribauntu
almak/tamamlamak için avantajlı sayı pozisyonu yakalayan eleman.
Transition: Top hakimiyet değiştirdiğinde
hücumdan defansa yahut defanstan hücuma geçiş. Mühim hadise. Başarı anahtarı.
Traveling: Walking
diye de bilinir. Topu sürmeden adım atmak. Top taşımak. Steps. Yapma!
Triple-double: Üç kategoride birden
iki basamaklı sayılara ulaşmak. Mesela 35 sayı, 12 ribaunt, 16 asist... Yapan adamlara da triple-double-man
derler, all around (yani çok yönlü) oyuncu oldukları su götürmez. Bu aralar Jason Kidd'i, Grant Hill'i, Kevin Garnett'i,
Chris Webber'ı filan biliyorsunuz ama zamanında Larry Bird'ün, Magic Johnson'ın triple-double ortalamalarla
oynadığı 15-20 maçlık seriler vardı. Sezon ortalaması triple-double'a yakın adamlar geçmişte
daha çoktu. Şimdiki yıldızlar iyice sürünüyo. Oscar Robertson -yani Big O- 1962 sezonunu 30.8 sayı, 12.5
ribaunt, 11.4 asistle oynamış. Yani 82 maçın ortalaması bu... Düşünün ki şu aralar, sezonda
8-10 t-d yapana triple-double man diye isim takıyorlar!
Turnover: Top kaybı. Artık hücum faul mü yaptın,
yanlış pas mı attın, driplingte kaptırdın mı, ne halt ettiysen... Top rakibin kontrolüne
geçti ve sen tırsıyor, gözlerini koçtan kaçırıyorsun.
Turnaround jumper: Yakın savunmadaki
rakibe sırtı dönük, driplingle yanaşma, tercihan pivotal movelar ile fake gösterip dönerek cemşata talkma.
(Bu arada "jumper" da "J" veya "jump shot" yani cemşat demek.) Eğer bu hareket, rakibe yüklenip aniden geri çekilerek
ve dönerken zıplayarak yapılırsa, o zaman turnaround fadeaway jumper olur. Savunmacının gardını
dağıtan fakat çok zor bir harekettir. Hem kafa, hem fundamental, hem timing (zamanlama), hem müthiş atletizm,
hem de yumuşak bilek gerektirir. Becerirsen üstüne adam olmaz. Beceren var mı? Jordan tabii... Hatırlamıyor
musunuz ülen?
Veteran free agent: Çaylak sözleşmesinden çıkmış ve sonraki sözleşmesi de
sona ermiş oyuncu...
Weak side: Sahanın, topun olmadığı bölümü.
White man's disease:
Beyazların, siyahlar gibi sıçrama yeteneklerinin olmamasına atıf yapan bir deyim. Deyimi dilimize, "beyaz
adam hastalığı" diye çeviriyoruz fakat bunu, kaz yanmasın diye yapmıyoruz. Zira "White Men Can't
Jump" adlı filmin sonlarında, Woody de ortağı Wesley'ye bunun her zaman böyle olmadığını
göstermiştir. "Aman be, o film!" diyor, itibar etmiyorsanız, Rex Chapman'ı da biliyorsunuz demektir. Zira kendisi,
durduk yerde (fol yumurta yokken anlamında değil) yani şuta kalktığında 1 metre yükselebilen
bir beyaz(dı.)
Zone: Alan savunması. Şimdiye dek yasaktı, zaten adı da "illegal defense"ti.
Sanki yapanı karakola çekip içeri alıyorlarmış gibi... Artık serbest. Hadi bakalım.
|